İstanbul ve Türkiye Ermeni Katolik Cemaati Ruhani Reisi Pek Muhterem Başepiskopos Levon Zekiyan'ın Vakıf Seçimnleri Münasebetiyle İmanlılara Yazdığı Mektubu
Aziz kardeşlerim, sevgili evlatlarım,
Hepinizi Rabbin huzurunda selamlar, Ulu Pederin takdisinin, İsa Rabbimizin lütfunun, Kutsal Ruhun hikmetinin her birinizle ve tüm Cemaatimizle olmasını, Meryem Ana’mızın ve gökteki tüm azizlerin himaye ve şefaatinin bizlerden hiçbir zaman eksik olmamasını diler, niyaz ederim.
Cemaat Vakıfları seçim yönetmeliği, bildiğiniz gibi, uzun bir beklentiden sonra, nihayet yayınlandı ve tam sürat seçim süreci içindeyiz. Hastane Vakıfları dışında, diğer Vakıflar yıl sonuna kadar seçimlerini yapmak zorunluğundalar. Bu vesile ile sizlerle bazı temel düşüncelerimi paylaşmak istedim. Vakıflar, güncel hayatımızda çok sık söz konusu olan bir gerçeklik olmakla birlikte, onların özünde ve temelinde yatan felsefe, hayat görüşü, etik anlayışlar, tarih sürci ve sorumluluklar hakkında gerek Cemaatimizde, gerek cemaatler genelinde kapsamlı, isabetli, derinleşen bir anlayışa rastlamanın pek kolay olmadığını itiraf etmek gerekir.
Hemen söyleyeyim ki, bu satırları tüm açıklık ve samimiyetle yazıyorum, zira cemaatimizin, tüm cemaatlerin durumu, artık gazete sayfalarında da görüldüğü gibi, iç açıcı değildir. Eğer cemaatimizin hayrını diliyorsak, eldivenli sözler ardında saklanamayız. Hayatta, özellikle icraatta, hepimizin hataları veya yanlışları vardır. Hatasız veya kusursuz ne şahıs ne de toplum olabilir. Hataları kabullenmek büyüklük, gönül yüceliği göstergesidir. Hataların kamusal nitelikte olduğu durumlarda da bunlar üzerinde düşünmek, tartışmak, hepimizin görevidir, vicdan borcudur ve bu görev ilk başta, Cemaat Reisi olarak, bendenizin ilk sorumlulukları arasındadır. Bu nedenle, şu iki noktaya özel olarak dikkat çekmek isterim: sözlerimde asla kimseye kişisel bir ima yoktur. Tabii büyük sorumluluklar mevcuttur, fakat bunlar, tüm cemaatimize aittir, hepimiz sorumluyuz, ve yalnız eşzamanlığın yatay doğrultusunda değil, zaman sürecinin dikey doğrultusunda da bu sorumluluklar paylaşılır. Eğri olan birçok durumun kökleri belki otuz, belki kırk yıl kadar gerilere gider. Fakat asla ve asla “Böyle gelmiş, böyle gider” zihniyetine teslim olamayız. Bu, en büyük yenilgimiz ve Cemaatimize, Vakıflarımıza karşı en kara ihanetimiz olur.
Bu satırlarımı cemaat mensuplarımızdan yalnız elimde mail adresleri bulunanlara gönderebilmekteyim. Bunlardan ricam, bu düşünceleri mail adresleri olmayan veya elimde bulunmayan dost ve tanıkdılarıyla paylaşmalarıdır.
Adreslerin sayısal çokluğundan ve bendenizin enformatikte fazla hünerli olmadığımdan dolayı, adresleri gruplara ayırdım ve mail’lari gruplar halinde göndereceğim, tümü dört grup olacaktır. Bu satırlar da, o mail’lere eklenti olarak gönderilecektir.
Düşüncelerimi özetleyerek kısa paragraflar şeklinde sizlere arz etmekle yetinip bunları kanıtlamaktan gerek mekân, gerek zaman nedenlerinden dolayı genellikle sakınacağım. Zaten sekiz yıllık aşinalığımız süresinde birden fazla defalar, konuşma, vaaz, sohbet ve hasbihallerimizde bu ve benzeri konulara değinmiş, onları açıklamaya, izah etmeye çalışmışımdır. Bu son dönemde yaptığımız toplantılarda da bu konulara çokça ve genişçe değinilmiştir. İleride de bunları daha fazla açmak ve derinleştirmek üzere, geçmişe oranla daha sık sohbetler düzenleme dilek ve amacımı da şimdiden belirtmek isterim.
A. Temel ilkeler
1) Bence, ilk dikkate alınacak nokta Vakıflarımızın “kutsal” mahiyetidir. “Kutsal”: bu terimin dini anlamından önce, günlük hayatta kullandığımız ve bir insanlık hazinesi oluşturan anlamıyla, nasıl ki hayat kutsaldır, insan kutsal bir varlıktır, aile kutsaldır deriz vb.
2) Bu genel ve temel kutsallığın yanı sıra, Cemaat vakıflarımız aynı zamanda dinsel anlamda da kutsaldır. Zira tarihsel köken itibariyle Vakıflar dinsel varlıklardır. Onlar, ya bir kilise bünyesinde, ya kendini eğitime adamış bir Tarikat bünyesinde (örneğin: Mıhitaryan Pederleri veya Anarat Hığutyun Sörleri’nin kurduğu okullar) kurulmuş ve gelişmiş, ya da Hastaneler ve Huzur evleri gibi, yakın bir geçmişe kadar dini bir müessesenin kurduğu ve himaye ettiği kurumlar olmuştur.
Vakıfların bu dinsel niteliği, Osmanlı ve genelde Doğu Hıristiyanlığı çerçevesinde, bir Tarikat’a bağlı olmadıkları durumlarda bir cemaate mensup olmalarına bağlıdır. Nitekim, cemaatler gerek Osmanlı’da, gerek Doğu Hıristiyanlığında din ve mezheplerine istinaden belirlenmiş, adlandırılmış ve birbirinden ayırt edilmiştir. Bu düzen, günümüze kadar az çok korunmuştur. Nitekim Cemaat ve Vakıf haklarımız bu düzene dayanır, yapacağamız seçimler de bunu gösterir.
Kısacası, bizim klâsik vakıflarımızı yeni “Foundation”lardan ayıran temel husus, bunların bir ethno-dinsel topluluğa, yani bir “cemaat”e mensup olmasıdır.
3) Bir önceki paragraftaki sözlerim, özel olarak Osmanlı bünyesinde gelişmiş Vakıflara mahsus olmakla birlikte, bizim Ermeni geleneğinde de daha eski bir geçmişe dayanan benzeri kurumlar olmuştur. Bunlar özellikle, çoğu kez çok çeşitli etkinlikleriyle küçük bir kent veya bir kasaba yapısı arz eden büyük manastırlarda oluşmuştur. Bizde genellikle bu manastırların kendine buyruk bir idare tarzı vardı. Ayrıntılara girmeden, benzeri yapı ve oluşumların Batı’da da görüldüğünü söyleyebiliriz; örneğin Orta Çağ Batı uygarlığının bel kemiğini oluşturan Benedikten geleneğinde.
4) Bütün bu ortamlarda Vakıfların kutsal mahiyeti, onlara aynı zamanda bir dokunulmazlık temin ederdi. Bu dokunulmazlık, resmen ilk kez ancak Napolyon döneminde, özellikle Fransa’da gelişen yeni ideolojilerin etki ve baskısı altında, Napolyon tarafından ihlâl edilmiş ve bilahare, gerek Batı’da gerek Batı’ya benzeme özentisinde bulunan başka çevrelerde, vakıflar kutsiyetinin ihlâli sıkça gündeme gelmiştir.
5) Tarikat Vakıflarında, bunların yönetimi genelde Tarikat mensuplarının elinde olmuştur. Türkiye’de de bu durum, Kenan Evren dönemine kadar devam etmiştir. Oysa kiliseler veya hayır kurumları gibi Cemaate ait olan vakıfların yönetimi genellikle din adamları ile sivil toplum tarafından seçilen mütevelliler, yani “temsilciler” tarafından birlikte yürütülmüştür. Bu durum, Fransa ve Amerika gibi bazı Batı ülkelerinde bugün de devam etmektedir. Oysa Türkiye’de, Cumhuriyet döneminde, kademeli olarak sistem temelden değişmiş, din adamları vakıflar yönetiminden tamamıyla dışlanmıştır. İtalya ve başka ülkelerde ise sivil topluluğun katılımı yakın bir geçmişe kadar yoktu, bugün çoğu kez danışma seviyesindedir.
6) Sistem ne olursa olsun, herhangi bir vakfı “yöneten”ler, yani “administre” edenler; kendilerinin sahibi olmadığı, ancak ve ancak bir cemaate veya tarikata ait olan bir mülkün, cemaat veya tarikat adına, bunların temsilcileri olma mahiyetinde, “administratör”leridirler, yani tam anlamıyla eski terimin çok güzel ifade ettiği “mütevelli”leridirler, tarikatın veya cemaatin temsilcileridirler.
7) Bütün “tağagan”larımızın özenle uygulaması ve tanıklığını yapması gereken husus, kedilerine ait olmayan, ancak ve ancak Cemaate ait olan bir mülkün, bir servetin, bazan büyük bir servetin “administratör”ü, “mütevelli”si olma bilincidir.
B. Fiili davranışlar özeti
Yukarıdaki ön ve temel açıklamalardan sonra daha somut bir zemine inip “tağaganlık” icraatında “tağagan”ların dikkat etmesi gereken başlıca maddeleri özetle açıklayayım.
1) Her şeyden önce: Görev bilinci. Çok açık söyleyeyim. Sekiz senedir, İstanbul’da görevdeyim. Tağaganlarımız var ki, yüzlerini bile görmemişimdir, bu kadar yıl boyu bir hoş geldin demeye bile gelmemişlerdir. Şahsım için hiç fark etmez. Fakat görev bilinci açısından, yürekler acısı bir durum var karşımızda. Keza çokça şunu duymuşumdur ki, bazı tağaganlar toplantılara bile katılmazlar; bırakın bendenizi, mevkidaşları bile yüzlerini görmezler.
Bu şekilde tağaganlık olamaz, aziz kardeşlerim! Tağaganlık bir görevdir, görevler arasında en kutsallarından biridir. Görev almakta herkes serbesttir. Fakat görevi üstlendikten sonra, göreve sadık kalmak herkes için vazgeçilmez bir icabet, ahlâki bir temel zorunluluktur. Bu görev bilinci ve görev sadakatinin en temel şartlarından biri de, toplantılara katılmakta gösterilen bağlılık ve sadakattır.
2) Bu görev bilincinin doğal sonucu olarak, görevin kutsallığının bilinci gelir: yukarıda açıkladığımız şekilde hem insani genel anlamda kutsallık, hem dinî anlamda kutsallık.
3) Dolayısıyla, vakıflar asla ticaret alanı olamazlar; bu yönde davranışlar, vakıfların kutsiyetine karşı verilmiş ağır darbelerdir. Maalesef, ticaret zihniyeti ve kâr ihtirası Vakıflarımızdan bazısında ağır yaralar açmıştır.
4) Vakıflar özü itibariyle hayır için tesis edilmiş kurumlardır. Her Vakfın bir akarı veya akareti vardır ki, bunun amacı Vakfın temel ögesi olan Hayratı desteklemek, onu ayakta tutmak, onu geliştirmektir.
Bu bilincin ilk doğal sonuçlarından biri, Vakıflar bünyesinde sosyal adaletin tam anlamıyla, en güzide, en nadide örneklerinden birini sunacak şekilde uygulanmasıdır. Bunu maalesef, vakıflarımız çalışanları, yani müstahdemi, özellikle daha alt kademe çalışanları hakkında genelde söyleyemeyiz.
Katolik Kilisesinin muazzam bir “sosyal öğreti”si (Social Doctrin) vardır ki, bunu ilk tatbik edenler Katolik kiliseleri ve bunlara ait müsesseler olmalıdır. Maalesef, çoğu zaman, bizim Vakıflar tatbikatımızın bu sosyal öğretiyle yakından veya uzaktan bir ilgisi yoktur. Tabii bu durum da, dün ortaya çıkmamıştır; yıllar süren bir zihniyetin ve pratiğin ürünüdür. Fakat bu durumun düzeltilmesini, hepimiz, başta bendeniz olmak üzere, tüm Vakıf heyetlerimiz, ilk görevlermizden biri olarak telakki etmeliyiz.
5) Tağaganı niteleyecek önde gelen özelliklerinden biri de, dindarlıktır. Her ne kadar herkes için açık ve anlaşılır olması gerekirse de, hemen ısrarla belirteyim ki, dindarlık; sofuluk, bağnazlık, hele hele softalık veya yobazlık değildir, olamaz, hattâ bütün bu sayılan illetler hakikî, gerçek dindarlığın yadsınması demektir. Geçmişte, büyük teessüfle söylüyorum, inançlı olmayan kişier bile tağagan/mütevelli olabilmişti. Tabii, o zamanlarda, ülkenin ortam ve şartları da buna tahammül edebiliyordu. Bugün, artık kimsenin böylesi durumlara tahammül etmemesi gerekir. Şüphe yok, herkes özgürdür. İster inanır, ister inanmaz. Kimse icbar edemez! Fakat tağagan olmak isteyen zat, şunu muhakkak bilmeli ki, dini inancı yerinde değilse, tağaganlık fikrinden ve isteğinden vazgeçmelidir.
Hepimiz biliriz ki, dindarlığın ve ibadetin, bizim anlayış ve geleneğimzde ilk görev ve belirtilerinden biri Pazar günleri, mecburî bir gerekçe hariç, kutsal ayine, Surp Badarak’a katılımdır. Bu konuda da, bütün tağaganlarımızın ve adaylarımızın ciddî bir vicdan muhasebesi yapması, yerinde ve gerekli olacaktır.
6) Sözünü ettiğimiz kutsallık ve din anlayışının, fakat aynı zamanda en basit insanlık anlayışının gerekliklerinden biri de, din adamına, din görevlisine karşı hürmet ve saygıdır. Maalesef, cemaatimizde de bazı Vakıf yöneticilerinin, din adamları, hattâ bir episkopos hakkında, bir Belediye görevlisinin Fener Rum Patriği hakkında söylediği gibi, “Art tarafı bizim maaşlı memurumuzdur” dedikleri duyulmuştur. Bu tür davranış ve ifadelerin ağızlardan silinmesi, doğru ve dürüst bir vakıf yöneticiliği için ilk şarttır.
7) Tağaganlık, özü itibariyle gönüllü bir çalışmadır. Ne var ki, bu gönüllü çalışma gönül rizasıyla kabul edilmiştir ve görev performansında her hangi bir yetersizlik için bahane oluşturumaz.
C. Tağaganlıklar ve ruhani riyaset, Tağaganlıklar ve Cemaat ilişkileri
1) Büyük açıklık ve samimiyetle söylemem gerekir ki, Tağaganlıklar ve ruhani riyaset arasındaki ilişkiler,
gönlün arzu edeceği şekilde değildir.
Fakat bu konuda, birden fazla ayırt gerekir. Önce, zaman açısından: Görevime başladığım ilk aylara ve
yıllara nazaran, muhakkak ki bazı olumlu değişmeler olmuştur; bunu kaydetmek gerekir. Daha önemlisi:
Bazı heyetlerimizde, diğerlerine nazaran hatrı sayılır değişmeler ve ilerlemeler kaydedilmiştir.
Düşüncemi daha açayım.
Görevimin başlarında ve epeyce uzun bir süre Vakıflarda olup bitenden açık haberim olmazdı. Tabir edinmiştim: Vakıflarımızla ilgili haberleri sokakta yürüyen insanlardan duyarım diye. Bu durum, bazı Vakıflarımızda epeyce değişti. Henüz tatmin edici bir seviyedeyiz diyemem, çükü bunun için, bazı belirli davranış kurallarının tesbiti gerekir. Böyle bir tesbit henüz yapılmamıştır, fakat fiilen (de facto) umut verici bir yoldayız diyebilirim.
2) Kanımca, ideal bir ilişkinin kuralları şöyle olmalı:
a. Ruhani Reis her şeyden bilfiil haberdar olmalıdır. Bu, Heyet tarafından bir civanmertlik değil, bir ödev ve zarurettir. Zira Heyet, Cemaat önünde sorumludur. Heyet Cemaatin, bizzat Cemaat tarafından seçilmiş olan temsilcisidir. Ruhani Reis ise Cemaatin simgesi, Cemaat zincirinin ilk büyük halkasıdır. Bunu bilmezden veya görmezden gelmek, yalnız Cemaate değil, aynı zamanda bizzat Heyetin kendisine de eninde sonunda zarar getirir, Heyetin imajını yitirmesine yol açar. Sanırım, bu son yılların deneyimlerinde söylediklerimin kanıtını sıkça görmüşüzdür.
b. Somut olarak toplantıdan önce, Heyetler toplantı gündemini Ruhani Reise iletirler. Ruhani Reis, uygun gördüğü zaman toplantıya katılır ve tartışılan konularda fikrini söyler, fakat oy vermez. Toplantıya katılmakla oy vermek arasındaki fark büyük ve çok önemlidir. Bu usul yüzyıllar boyu uygulanmıştır, günümüzde de birçok kurumda uygulanır. Onun son dayanağı Roma hukudur ki, tüm medeni hukukların ana kaynağını oluşturur.
c. Özellikle Ruhani Reisin toplantıya katılamadığı durumlarda, toplantı tutanakının bir kopyası bilgisi için kendisine arz edilir.
d. Cemaate gelince, periyodik toplantılarla, Vakfın tüm önemli sorunları hakkında Cemaate yeterli ve gereken bilgiler verilir. Bu, bir mutlak zorunluluktur ve hiçbir gerekçe kimseyi bundan muaf tutamaz.
Çok rica ederim, herkes mazur görsün. Bizdeki idare sisteminin benzerine, ancak dünyanın en zorlu diktatörlüklerinde rastlanabilir. Tabii burada kimsenin özel olarak suçu yoktur. Onyıllardan gelen, gittikçe katılaşan, nasır bağlamış bir gelenektendir sözümüz.
Eğer zaaflarımızı az sözlerle, fakat öz olarak hülasa etmek istersek, şu üç büyük noksanda toplayabiliriz:
i. Danışma kültürü;
ii. Diyalog kültürü;
iii. Hatayı kabullenme kültürü yokluğu.
D. Okul Vakıflarımız
Bilindiği üzere, 1980’lere kadar Okullarımız mensup bulundukları Tarikat veya Birlik (İng. Order / Congregation) üyelerince idare edilirdi. Okullarımız ve onlara bağlı olan manastırlarımızın vakıfları ezelden beri onları kuran Tarikata/Birliğe bağlı olmuştur (keza Venedik Mıhitaryan, Viyana Mıhitaryan ve Anarat Hığutyun Vakıfları) ve hiçbir zaman Cemaat Vakfı olmamışlardır.
Tabii ki, yalnız söz konusu okulların değil, ana manastırların (sözüm Venedik ve Viyana ile ilgilidir) bile idaresinde bir danışma kurulunun bulunması, hattâ bazı konularda bu danışma kuruluna oy hakkı bile tanınması arzu edilebilir ve olumlu bir gelişme olabilir. Bu, ayrı ve tartşılır bir konudur. Fakat okul idaresinin, sahibi olduğu Tarikatın/Birliğin elinden alınıp, prensip olarak, ne Tarikatla ne de Okulla bağı olması açıkça şart koşulmayan kişilere tevdi edilmesi tabii ki, ancak Evren döneminin pek özel, olağan dışı şartlarının siyasal ve toplumsal çerçevesine bağlanabilir. Ne var ki, Allah’a şükürler olsun, yıllardan beri zikrettiğimiz dönemden oldukça uzaklardayız. Şöyle ki, Mıhitaryan ve Anarat Hığutyun Tarikatlarına bağlı olan Okul Vakıflarımızın, olağan Cemaat Vakıfları şeklinde telakki edilip aynı kural ve yasalara tabi tutulması, aciz kanımca, bir eksik anlayışın sonucu olmalıdır. Görünürde Vakıfların Yeni Seçim Yönetmeliği, konuyu bu yönde ele almıştır. Ben fazlasıyla umutluyum ki, bu temeldeki yanlış anlayış düzeltilecektir ve okullarımız, Ermeni Katolik Cemaatinin dar sınırlarından çıkıp tekrar genelde Ermeni halkının tümüne her bakıma açılacaktır. Bizzat Mıhitar’ın kendisinin, Katolik Kilisesine içten bağlılığı gün ışığında olmakla birlikte, eğitim ve kültür etkinliklerinin tümünde herhangi bir mezhep farkı gözetmeksizin Ermeni halkının geneline açılmış olması ve üçyüz yıldır onun şakirtlerinin de aynı yolu, aynı ilkeleri izlemiş olduğu da aynı derecede aşikârdır.
Maalesef, vaktinde Vakıflar yetkililerine bazı Heyetlerimiz tarafından gönderilmiş olan dilekçelerde Cemaat Vakıfları ile “Mektep ve manastır” Vakıfları arasında herhangi bir ayırt yapılmamıştır ve böylece yanlış anlaşılmalara yol açılmış, bunlar gittikçe pekişmiştir. Bu tür dilekçelerin varlığını ben nisbeten geç öğrendim, yaklaşık bir yıl önce. Fakat, yukarıda arz ettiğim gibi, hepimiz bir mea culpa